2 Kasım 2016 Çarşamba

kendime minik bir hatırlatma

Soru: Elle tutulur bir sebebi olmayan iç sıkıntısını tetikleyen şey nedir?
Cevap: İŞSİZLİK.

Evden çıkmayıp nefes bile almadan aralıksız ders çalıştığım yaklaşık bir buçuk hafta sonunda, tüm alışverişini internetten yapan bir cyborg haline gelmiştim ve dahası, uzun süre oksijen yerine karbondioksit tüketen biyolojim çakallık yaparak kısa sürede evrimleşip vücuduma fotosentez özelliğini kazandırmıştı. 

İnsan bir şeylerle uğraştığında, ve o şeyler insan faktöründen bağımsız, kısacası emek verdiğinizde olumlu dönüt alabildiğiniz güzel şeylerse huzur bulabiliyormuşsunuz, bu hissi unutmuşum. Yığınlar dolusu konuyu son haftaya bırakmasam kesinlikle iyi bir not alabileceğim sınavım vasat geçti ama kötü değildi. 

İkinci komitenin başladığı bu ilk hafta, işsizlikten oldukça sapıttığımı ve MUTSUZ olmaya falan başladığımı fark ettim. Dedim ki kendi kendime, “çanlar çalmaya başlasın. Kırmızı alarm bu.” Artık ne zaman mutsuz olmaya yaklaşsam böyle yapıyorum, kendimi mutsuz edecek her türlü şeyden uzak tutuyorum, Mahsun Kırmızıgül klipleri izliyorum -bunu gerçekten yapıyorum, antidepresan gibiler-, her şeyle dalga geçtiğim yazılar yazıyorum, kendi kendime espriler yapıp kendi kendimi güldürüyorum. Ama asla ve asla, eskiden, yıllarca yaptığım gibi, depresif şarkılarla dolu bir playlist oluşturup loopa almıyorum. Mutsuz olmaya çok yakınken bunu kolaylaştırma çabasına girmek aptal işidir. Sağlıklıyken, nefes alabiliyorken, sevdiğimiz insanlar tek parçayken mutsuz olmaya çalışmamalıyız. Bu çok büyük bir lüks çünkü.

Okuldan geldim, terasa çıktım. Hava kararmıştı ve soğuktan titriyordum; kulağımda kulaklıklarla sokağı izledim, sultans of swing çalıyordu. Gülümsedim, beş dakika falan gülümsedim, yüz kaslarım uyuşmaya başladığında gülümsemem tebessüme dönüştü. “Keşke sonsuza kadar yaşayabilsem” diye düşündüm, sonra “ayağım kaysa şimdi, aşağı düşüp ölsem ne komik olur” diye düşünüp gülme krizine girdim. Bunların hepsini kendi kendime yaptım, yanımda başka biri olsa belki bu kadar çok eğlenemezdim. 

Belki de yalnızlıktan kafayı yedim, veya eğlenme eşiğim dünyanın en sıkıcı hayatlarından birini yaşadığım için inanılmaz düştüğünden beş yaşındaki bir çocuğun ruh haline büründüm. Bilmiyorum. Tek bildiğim iyi hissettiğim, ve bunun sonsuza kadar sürmesi için her şeyi ve herkesi harcayabileceğim.

Aylar önce size, sizi neden sevmediğiyle ilgili mantıklı açıklamalar yaptığı halde nefret ettiğiniz insana hak vermeye başladığınızda, zamanın her şeyi düzene nasıl soktuğuna tanık olabiliyorsunuz. 

Mutsuz olduğum her şey için faturayı kendime keseceğim. Kaybettiğim insan her kim olursa olsun, bana kattıklarını düşünüp yola gülümseyerek devam edeceğim. Keşfedilecek yeni şarkılar olduğu sürece haftanın her günü heyecanla uyanacağım. Ve nefes aldığım sürece, her saniyem için evrene minnettar olacağım.

18 Ekim 2016 Salı

tuhaf şarkılar

Saat bizi ertesi güne savurmuş ve kafama doladığım tuhaf renkli havlu saçlarımı kurutma çabası içindeyken, sahip olduğu tek takipçisi de kendisini unfollowlamış kibritçi kızdan hallice bir blog yazarı olarak canım bir şeyler karalamak istedi. Ben de öyle çok parlak olmayan bir fikir buldum, dinlediğim tuhaf şarkıları listeleyeceğim - uykudan LSD kafası yaşamakta olan vaziyetim ile.

Marilyn Manson - Prelude (The Family Trip)

Ortaokuldaki rastgele sözcüklerle şarkı aratıp indirme merasimlerimden birinde keşfetmiştim bu psikopat şarkıyı. Her dinlediğimde ödüm patlardı, şimdilerde aynı etkiyi yapmasa dahi Marilyn Manson denen gotik herifin kafa yapısı hakkında fikir vermesi açısından önemli bir eser. 
Şarkının sözlerinin Charlie'nin Çikolata Fabrikası romanındaki Umpa Lumpa'ların söylediği şarkılardan birinden alındığını not düşeyim.

King Crimson - Indiscipline


Saykedelik bir sayıklama. Vokalistin her I LIKED IT deyişinde kıyafetlerimi parçalayıp, kafama bir huni takıp sokaklarda koşasım geliyor. Youtube'da stüdyo kaydı yok, King Crimson üyeleri elitist, telif takıntılı moruklar olduğundan dolayı konser kaydını koyabildim. 
Şarkının sözleri bir heykeltıraşın yaptığı heykele baktığında aklından geçenleri anlatıyor, yazdığı bir mektuptan alınıp lirik haline getirilmiş cümleler.

Tool - The Gaping Lotus Experince


Opiate'in sonundaki hidden track. En ilginç Tool şarkısı budur. -Ki bahsettiğimiz grup Tool, tuhaflık eşiğinin bir hayli yüksek olduğunu hesaba katalım lütfen.- Sözlerinin komikliği, Maynard'ın o tatlı, yavşak vokali, "beeeeeni yakalayamaz ki" tınısıyla söylenen SATAN, SATAN, SATANlar... Tam bir şaheser, tam bir başyapıt. 


10 Ekim 2016 Pazartesi

parabola

"Ölümün zıddı yaşam değildir. Doğumdur. Yaşamın zıddı yoktur çünkü yaşayan bir daha yok olmaz, olamaz; sonsuzlukla ödüllendirilir."
 Eckhart Tolle

4 Ekim 2016 Salı

sevdiğim filmlerden bazıları

Hayatının %99'unu kulaklığıyla yapışık şekilde geçiren bir müzik bağımlısı olduğumu göz önüne alırsak; temellendirilmiş, geniş, elit bir film kültürüm olabileceği söylenemez. -Film izlerken müzik dinleyesi gelip yarısında kapatan biriyim sonuçta.- Lakin canım bir şeyler yazmak istedi, ben de daha önce yapmadığım bir şeyi yapıp filmlerden bahsetmeye karar verdim. Çünkü bu benim blogum, blogumu çok seviyorum ve bir şekilde yolu buraya düşen androidler seçtiğim filmlerden nasiplenmeli, bu oldukça önemli bir nokta. 

  • The Crow:
 https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjnhBW-EQyYaVZCCIqymsFlC9pITZWW7TM9G7QfFcDuOnYBAeO9WAR2vdj1TzgMQVlwm0tqFkZFT50fsOhrHqflAKGeBBiqOiqJ-04o0MGkv-X8uNXydl4E_JXX_rakJ0EH718l0p_qfEIy/s1600/78021_003.jpg

İki kelime: Eric. Draven. Bakın, bu çok net: Biri gelip "En sevdiğin film nedir?" diye sorsa vereceğim cevap The Crow olurdu. Hayatta el üstünde tuttuğum değerlerin en başında gelen naiflik, o muazzam gotik atmosfer, kasvet, Brandon Lee -ve filmin çekim aşaması esnasındaki talihsiz ölümü-, kargalara olan hayranlığım, çatıda gitar çalma sahnesi -ooof of-; bu düşüncemdeki önemli faktörler -O faktörler ne kadar çok, farkındasınız değil mi?- Hem filmde olanlar için, hem de Brandon için her izleyişte ağlarım, izlerken yanıma birkaç kağıt mendil almayı asla ihmal etmem; mevsim yaz da olsa depresyon hırkamı giyer, günün birinde karga besleme hayalleri kurarım.

  • The Elephant Man:
 https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiupCE1BqkejfTo2xLaJJ3q9oAOgIwnQZKpoiCF5Jkgwp9bE1GQ3RTOzvfa6QYvtabD4S1hfiN_2s8akFTX8-_PV6U9HRnReB2u_T8Efv80L46bv_VxZNNdwnSPSxErHf2fW2SkEAe0-k/s1600/elephant+man+poster.jpg

İlk izlediğimde kalbimi yerinden söküp birkaç bin parçaya ayırdıktan sonra parçaları bir torbaya doldurup yeniden göğüs kafesime tıkan Lynch filmi. Etkisi günlerce sürdü, aklıma her gelişinde gözlerim doldu. İnsanlardan nefret ettim. İnsan olmaktan nefret ettim. Her şeyden nefret ettim. Tek kelimeyle mükemmel bir film. Sadece; mükemmel.

  • Trainspotting:
trainspotting ile ilgili görsel sonucu 
Hayatım boyunca en çok izlediğim, canım film izlemek istediğinde ama kararsız olduğumda elimin gittiği başucu filmim. O sefil, punk soslu 90lar havası; uyuşturucu batağındaki gençler, İskoç aksanının iğrenç çekiciliği, her saniyesinde tadını aldığınız sistem eleştirileri, açılışındaki dövme yaptırılası monolog (replik?), Ewan McGregor'un kısa gelen tişörtleri, TUVALET SAHNESİ. Hastasıyım.

  • Edward Scissorhands:
 http://www.film-onerileri.com/wp-content/uploads/4.jpg

The Crow'u izlemeden önce, yani ortaokuldayken falan en sevdiğim filmdi makaseller. The Crow'la benzediği çok nokta var aslında. İkisi de gotik atmosferli, ikisi de acıklı bir aşk hikayesinin etrafında dönüyor. Fakat makaseller daha çocuksu, daha soft iken -Tim Burton filmi sonuçta-; The Crow daha sert, daha gerçek, daha keskin ve daha acı. İlk izlediğimde üç dört yaşındaydım, bana Samsun'daki tekel fabrikasının -o zamanlar harabe halindeydi- yanından geçerken içeride mucitin yaşadığını, kurabiye makinelerin olduğunu hayal ettirecek kadar derinden etkilemişti beni. Son sahnede ağlamayan insan değildir.

  • The Shining:
http://homemcr.org/cms/wp-content/uploads/2011/12/the-shining-940x460.jpg
Neredeyse kırk yıl önce çekilen bir filmin her sahnesine günümüzde hala atıf yapılıyorsa; her platformda, müzik videolarında, dizilerde anılıyorsa, o filmin büyüklüğünü tartışmak yersiz olacaktır. Hele hele bu filmde Jack Nicholson gibi bir manyak başrol oynuyorsa ve film bir Stephen King romanından uyarlanmışsa o filmin büyüklüğünü tartışmak AYIP OLACAKTIR. Ayıp etmeyin, izleyin. 

"All work and no play makes Jack a dull boy"

 - Filme ilişkin prog mizahı uyarısı -
http://img.ifcdn.com/images/04c8ea160a48cf6ac0ebbf62cef7f43144ec930e416f1061d4c78a9a1f165fc4_1.jpg 
 - Filme ilişkin prog mizahı uyarısı- 
  • Magnolia:


Oldukça kompleks ve hayatımda izlediğim belki de en ilginç film. (Oha. Eraserhead falan dururken böyle demem çok saçma oldu, geri alıyorum.) En az dört beş kez izlemişimdir, filmlerdeki metaforlar çok ilgi çekici, İncil'den bazı bölümlere atıflar var. Anlamak için altyapı gerektiren filmlerden, izledikten sonra fularınızı takıp ekşi sözlüğe bir bakın derim.
  •  The Lord of The Rings üçlemesi https://i.kinja-img.com/gawker-media/image/upload/gd8ljenaeahpn0wslmlz.jpg
 Yorum yapmıyorum bile. LOTR sevmeyenler tez zamanda ölür umarım. Büyük adamsın Tolkien.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Δ


“Parfüm alırken anı satın aldığınızı da unutmayın” demişti biri. Kokuların her şeyi o günkü canlılığıyla gözümüzün önüne getirebilme özelliğine farkına vardığım ilk günden beri hayranım. Örneğin her evin farklı bir kokusu var, hemen hemen aynı yiyecekleri pişirmemize, aynı deterjanları kullanmamıza, dışkılarımızın aynı molekülleri ihtiva etmesine rağmen; bu koku her ev için farklıdır. İlginç bir mesele, henüz tatmin edici bir açıklamasını bulabilmiş değilim.

Az önce elime, geçen yılın kasım ayında aldığım krem bruleli parfümden sıktım. -Şaşırtıcı şekilde, krem brule gibi kokuyor.- Şu anda çok şey hatırlıyorum, bazıları güzel, bazıları berbat olan anlar. Örneğin o günlerde milli kütüphaneye çalışmaya gidiyor, bir saat sıra bekleyip içeri girdikten sonra tek bir slaytı zorla bitirerek eve dönüyordum. Kurtuluş’ta arkadaşımla buluştuktan sonra Kızılay’a kadar yürüdüğüm o akşam hava çok güzeldi, telefonda internette edindiğim en iyi arkadaşımla sohbet ediyordum, saçma sapan bir konudan konuşuyorduk, sesini duyabildiğim için ne kadar şanslı olduğumu bilmiyordum, keşke bilseydim; daha güzel bir konu bulurdum. 

Bir parfüm size birkaç şarkı hatırlatabilir. Amorphis’ten Sampo. Symphony X’ten Paradise Lost. Aylar sonra o zaman size yakın olan tüm insanlar hayatınızdan çıkmış olur, biri hariç hepsini tiksinmeyle anmaya başlarsınız, saçlarınız yaklaşık on santimetre uzamış olabilir, yeni Opeth albümü çıkmış olabilir, Steven Wilson’ı kanlı canlı karşınızda görmüş olabilirsiniz. Hayatın ne getireceği hiç belli olmaz, neredeyse bir sene olmuş. Değişimi seviyorum.

Kahvaltı yaparken hislerin ve düşüncelerin göreceli oluşuna kafa yordum. Her kim olursak olalım, bizden hoşlanmayan ve bizi seven insanlar var. Deney hayvanımızı bir süre daha gözlemlersek, nefret edenlerinin ve hayranlarının da olup olmadığını, bunların miktarlarını tahmin edebiliriz fakat bu biraz zaman alacaktır. Öyleyse ilk varsayımımızla yola devam edelim.

Dünya üzerinde tanıdığı herkesin bayıldığı kimse olmadığı gibi, tanıdığı herkesin burun kıvırdığı bir insan da yok. Peki bunun nedeni ne? Bunun nedeni o insan değil, gözlemcinin onu değerlendirme şekli. 

Mesela karşınızdaki insan dinlediğiniz müziği bir avuç insanın ellerine aldıkları enstrümanlara rastgele vurmaları olarak değerlendirip size “bu gürültüyü nasıl dinliyosun ya” diyebilir. Kendince haklıdır, yüzlerce diskografi indirip, röportaj izleyip, konserlere gidip geliştirdiğiniz zevkiniz birkaç saniye içerisinde “gürültü” olmuştur belki, fakat o da kendince haklıdır işte. Yalan mı?

Mesela karşınızdaki insan sadakatinizi kerizlik olarak görebilir. Bu sizi sinirlendirecektir ancak onun da mantıklı nedenleri vardır. Onunla aynı şekilde düşünen biriyle yoluna devam eder, bu koşullar değiştirilemez, ne siz ne de onlar farklı yollara sapacak veya beyin kimyalarıyla oynayacaklardır, çünkü dürüst olalım, hiç kimse kişinin kendisinden daha önemli değildir, böyle devasa değişikliklere çabalatacak kadar ise hiç mi hiç önemli değildir.

Mesela karşınızdaki insan deli gibi çocuk sahibi olmak isteyen biridir. Ve bu insan ortalama bir tipse muhtemelen ortalama bir inancı, ortalama bir kültür seviyesi, ortalama bir hayat görüşü, ortalama bir maddi geliri, ortalama bir genetiği vardır. Yetiştireceği şeyin neye benzeyeceğini az çok tahmin edersiniz, üremenin saçmalığından dem vurmaya kalkmak gibi bir hata yapmazsınız yine de, içindeki yumurta döllendiği için saçlarının üzerinde ışık huzmeleri saçan bir hale belirmiştir çünkü o kutsal yaratığın.  

Mesela karşınızdaki insan ancak ve ancak birilerine bağlandığı zaman yaşamaya katlanabiliyordur. Ne yazık ki bağlanmaya karar verdiği kişi olarak sizi seçmiştir. “Ben bebek bakıcısı mıyım ulan” diye düşünür, durumdan kurtulmaya çalışırsınız. Aynı zamanda ruh sağlığı kötü olan birini biraz daha dibe çekmekten korkarak kendinizi endişe denizlerinde yüzerken bulursunuz. Çünkü insanlar hep zarar verirler. Fakat o bütün bunları size değer verdiği için, sizinle iyi hissettiği için yaptığını söyleyecektir. Arkanızı dönün ve kaçın. Size bir sır vereyim; özgürlük dünyadaki en muhteşem his.

Fakat siz de birine bağlanmaya karar verdiğinizde ve yalnız bırakıldığınızda, o insan da böyle düşünüyordu. Özgürlüğünün sizden daha önemli olduğuna karar vermişti. O zaman canınız yandı, zaman geçti, unuttunuz ve aynısını bir başkasına yaptınız. Tutarlı sorgulamalar, empatiyi beraberinde getirdi. Karşınızdakine olan kızgınlığınız yerini kendinizi eleştirmeye bıraktı. “Demek ki yeterince önemli değilim” düşüncesi beyninizi kurcalamaya başladı. Fakat kritik nokta gözlemciydi, kimse suçlu değildi. Peki bu kendinizi rahatlatmak için uydurduğunuz bir bahane miydi?

Olmaktan en çok korktuğumuz her şeye bir bir dönüşeceğiz. Başımıza gelmesinden en çok korktuğumuz koşulların içine düşeceğiz. Kaybetmekten korktuğumuz her şey bir bir elimizden kayıp gidecek. Eleştirdiklerimiz “Aslında böyle de olabilirmiş” dediklerimiz olacak. Ve bunlar bize, insanın değişime muhtaç olduğunu hatırlatacak derslerden daha fazlası değil. Çünkü canlılık, değişimden ibarettir.